Derler ki okuma-yazma öğrenmek insan hayatında çeşitli
kapılar açar. Zira, bu kapılar bir kez açıldı mı bu kapılardan bakmazsızın
dünyayı görmek imkansızlaşır.
İnsanlar yaşadıklarını, hissettiklerini sembollere
dönüştürerek ifade ederler. Yani bu dolaylı bir yoldur. Bu durum karşısında insan şunu düşünmeden
edemiyor; “Bildiğimiz kelimeler tüm hislerimizi, düşüncelerimizi ve
deneyimlerimizi ifade etmeye kâfi midir?” Bu açıdan bakılınca, bildiğimiz daha
doğrusu öğrendiğimiz kelimeler kadar konuşuruz.
Peki o kadar mı yaşıyoruz? Tabi ki hayır, sohbet sırasında şu ifadeleri
hep duyarız; “tam da dilimin ucunda”, “nasıl desem, nasıl ifade etsem
bilemedim”, ve daha pek çok benzeri
ifade. Bu şekilde dil, deneyimlerimizi, düşüncelerimizi sembolik
dönüştürmelerle, yaşamımızı tekeline almaktadır desek yalan olmaz.
İnsanoğlu bu uygarlaşma sürecinde, neden kendi duygu ve
düşüncelerini kısıtlayan bir semboller sistemi geliştirmiştir? Buna cevap
vermek için dilin nerde, ne zaman ve hangi amaçla ortaya çıkmış olduğu hususuna
bir göz atmak gerekmektedir. Buna cevap arayan pek çok bilim insanı,
birbirinden farklı teorilerle karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi
poh-poh teorisidir. Bu teoriye göre, dil insanın; acı, korku memnuniyet gibi
duygularını belirten haykırışlardan doğmuştur. Bir başka teoriye göre ise, tata
teorisi, dil bedensel hareketlerin taklit edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu
masume görünen teorilere bir de dilin ortaya çıkışıyla ilgili hiç de masum
olmayan bir açıklama gelmiştir. Çağdaş dilbilimcilerden E.H Sturtevant’a göre
dil olsa olsa insanın yalan söyleme, aldatma isteğinden ortaya çıkmıştır.
İçinde yaşadığımız zamanı düşünecek olursak, bu teori insana mantıklı geliyor.
Dili kullanarak pek çok duygu ve düşüncemizi gizleriz, hatta daha da ileriye
giderek farklı gösterebiliriz. Yani yalan sözleriz. Bu insanın aklını
karıştıran teori yüzünden, bazen; keşke hiç dil bulunmamış olsaydı,
avcı-toplayıcı olarak kalıp hayatımıza daha masum bir şekilde devam etseydik
diye düşünmeden edemezsiniz.
Bazı bilim adamları ise bu konuda pek iyimser bir duruş
sergilemezler. Örneğin Bernard Campbell’in savına göre “Dilin nasıl ya da ne
zaman ortaya çıktığını hiçbir şekilde bilmiyoruz ve hiçbir zamanda
bilemeyeceğiz.” Tüm beşeri bilimlerde
olduğu gibi, dil konusu da içerisinde bolca karmaşıklık barındırmakta ve uzun
yıllar daha tartışılacak gibi gözükmektedir.
Gelelim asıl sorumuza; Dil özgürleştirir mi yoksa kısıtlar
mı? Bu sanırım hangi açıdan baktığınıza bağlı, ve cevaplanması olası görünmeyen
bir soru. Dil zaman zaman bizi kısıtlar, bazen bildiğiniz hiçbir şey sizin
kendinizi ifade etmenize yardımcı olmaz. Bazen de ifade etmeye çalışırken
yanlış anlaşılırsınız, konu alır başını, sizden bağımsız bir şekilde yürür
gider. Ancak diğer taraftan, bu çağa ayak uydurmak adına dili ne kadar iyi
kullanırsanız o kadar şanslısınız demektir. Hele bir de dünya dillerinden, bir
değil birkaç tane biliyorsanız, bu sizin lehinize olacaktır. İşler git gide karmaşık bir hale gelir tabi o
da işin tuzu biberi. Bazen keşke hiç okuma yazma bilmeseydim, hatta konuşmak
zorunda kalmasaydım rahat mı rahat bir kafayla kalan ömrümü yaşasaydım bile
diyebilirsiniz. Bu da tabi konuya farklı
bir bakış açısı. Dil bazen destek olur, bazen de köstek…
Yazan: Nergis
Yazan: Nergis